8RHPkO. Anladım ki insan soyunun duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek bir birikim vardır O da edebiyat. Kıskanmayı bile unutmak. Onu mutlu eden herkesi ve her şeyi sevmek. O noktada sahiplenmek biter, saf aşk kalır. İnsan hiçbir umut beslemediği zaman durumu kabullenebiliyor ama kapkara bulutlar arasından iğne ucu kadar kendini gösteren bir güneş ışını belirince bütün dünyası o ışığa bağlı oluyor… Birine sevdalanmak, donmuş bir gölde, nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkan olmayan ince buzlar üstünde yürümek anlamına gelmiyor muydu? Hayatın özü, büyük sırrı; olmazsa olmazı Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan, unutmadan hayatını sürdüremez. İşin tuhafı, giderek güzelliği artıyor gibiydi. Çünkü bakışlarındaki ve yüzündeki ifadeler, Karadeniz’in insanı afallatan havası gibi durmadan değişiyordu. Onca sayfa okunur mu hiç ya? Özetlerine baktım. Bunları söylerken kucağındaki iPad’i işaret ediyordu. O zaman hayatı, aşkı, ölümü, felsefeyi, edebiyatı 140 karakterlik tweet’lerle ifade eden bir kuşakla konuştuğumu daha derinden kavradım. Aramızdaki uçurum kapanmayacak cinstendi. Aşk denen şey bazen yürür, bazen uçar; bazen koşar biriyle birlikte; bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar; üçüncüyü buzdan heykele çevirir; dördüncüyü atar alevlerin içine. Birini yaralar, öldürür ötekini. Peki sizin ayrıcalığınız ne? diye soruyor. Çok basit diyorum. Okumak, sadece okumak. Okuyan insan, dünyanın aklına yaslar sırtını. Basit eşyalarla döşenmiş o otel odasının gözüme cennet gibi göründüğünü tahmin edersin. Hem de ne cennet. Uzun süredir yumuşak bir şeye değmemiş olan ellerim yatağı, yastıkları, perdeleri okşuyor, unuttuğu bir hazzı tekrar yakalamak istiyordu. Müzik, edebiyat gibi duyguları anlatmıyor, bizzat yaşatmak amacını güdüyordu. Bu da işe yaramaz bir şeydi, çünkü benim duyguları yaşamaya değil, öğrenmeye ihtiyacım vardı. Zülfü Livaneli Kardeşimin Hikayesi Alıntıları Tanrım, daha iki saat önce nasıl da canlıydı, nasıl da kahkahalar atıyordu, şimdi nasıl yok olabilir. Onu bekliyorum, evet her gün, her an bekliyorum, ama tuhaf bir bekleyiş bu umutlanmadan bekliyorum. Bir üzüntü de hissetmiyorum artık, sadece bekliyorum. Düşüncelerimin, hayatımın doğal bir gün bir parçası gibi. Her insan bedeninin çürüyeceğini bilir ve bundan korkar. Çoğu insanın ruhu gövdesinden önce çürür; nedense bundan kimse korkmaz! Ama İnan bana, insanların çoğunun ruhu, bedeninden önce çürür. Belki fark etmişsinizdir; her şeyi ve herkesi gözlerim. Birçok insan bunu yapamaz, çünkü aşırı derecede kendi duygularıyla ve egosuyla meşguldür. Başkalarıyla ilgilenemez. İnsanın geçmişini araştırması acı veren bir deneyimdi. Mutlu olabilmenin tek şartı “unutmayı” başarabilmekti. Zülfü Livaneli Kardeşimin Hikayesi Kitap Sözleri Kendimi yer bitirirken, şimdi durumu kabul etmeye başlıyorum. İnsan, kendine kurallar koyulan bir hayvan gibi her duruma alışıyor. İşte anahtar kelime bu hayatın özü, büyük sırrı; olmazsa olmazı Unutmak. Eğer unutmak diye bi şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan, unutmadan hayatını sürdüremez. Zaman bana da bir nehir gibi geliyor. O nehirde yüzüyorum. Sular akıyor ama hangi damla arkamda, hangisi önümde; nehir mi daha hızlı akıyor, ben mi; su öne mi geçiyor, arkamda mı kalıyor anlayamıyorum. Gerçek olan tek şey sonsuz bir akış. İnsanlar delidir! Neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Beyinlerinde bir diktatör vardır, onları hormonları yönetir ama bunun farkında olmazlar, kendi iradeleriyle davrandıkları sanırlar… Birine aşık olmak, gözü bağlı olarak, bir uçurumun kıyısında yürümek demektir. Başına neler geleceğini hiçbir zaman bilemezsin. Sonu ölüm de olabilir, cinayet de, intihar da. Diğer Zülfü Livaneli Sözleri Zülfü Livaneli Sözleri Yeni Zülfü Livaneli Sözleri Zülfü Livaneli Serenad Sözleri Zülfü Livaneli Kardeşimin Hikayesi Sözleri Zülfü Livaneli Huzursuzluk Sözleri Zülfü Livaneli Son Ada Sözleri Zülfü Livaneli Mutluluk Sözleri Zülfü Livaneli Leyla’nın Evi Sözleri
Başlığı yazdıktan sonra uzun bir süre nasıl başlayacağımı düşündüm. Çünkü kitabı beğendim mi beğenmedim mi bilemiyorum. Aslında tam da harika bir roman olduğunu düşünürken sonlardaki bir ayrıntı fikrimi değiştirdi. Onu da yazıp yazmamakta kararsızım. Kitabı okuyacak olanların önyargılı olmasını istemiyorum. Ama belki yazımın sonunda dayanamayıp söyleyebilirim Ahmet Arslan emekli olmuş, insan kalabalığından kaçarak hiç kimseyi tanımadığı Podima adlı bir köye yerleşip kendisiyle başbaşa kalmış bir sadece okuduğu kitaplardan ve köpeğinden ibarettir. Komşularının evinde bir cinayet işlenir ve Arzu Kahraman adındaki kadın ölü bulunur. O gece o evdeki davetlilerden biri de Ahmet Arslan olduğundan gazeteci olan bir kız cinayetle ilgili konuşmak için kapısını çalar. Ama aralarındaki konuşmalar zamanla Ahmet'in ikiz kardeşi Mehmet'in hikayesine odaklanır. Böylece kız bu hikayeye duyduğu meraktan günlerce Ahmet'in evinde kalır. Tabi ki amacı gazetede ilgi çekecek bir haber yakalamaktır. Yani cinayetle başlayan roman aslında daha çok ikiz kardeş Mehmet'in hüzünlü ve şaşırtıcı hikayesi üzerine kurulu. Bir yandan da okuyucuyu aşkın insanın gözünü nasıl da kör eden bir duygu olduğu konusunda düşündürtüyor. "Aşk, bir uçurum kıyısında gözü bağlı yürümektir." Ahmet üzüntü, öfke, aşk gibi hiçbir duyguyu hissedemiyor. İnsanlara dokunma fobisi var. Ve gazeteci kızın onda kaldığı son gece bu duygulara karşı nasıl da özlem duyduğunu anlıyor. Biraz da insanın yaşadığı olayların psikolojik etkisine de değiniyor anlayacağınız. Ahmet cinayetle ilgili bir ipucu bulur ve bununla birlikte cinayeti kimin işlediğini anlar. Ancak bunu kimseye söylemez. Romanın sonunda Ahmet de ölü bulunur ve bir mektupla birlikte cinayeti kimin işlediğini açıklar. Açıkçası o kişinin olabileceği aklımdan hiç geçmemişti. Ahmet Arslan'ın ölümü Arzu Kahraman'ın katilinden çok daha önemli bir sırrı da ortaya çıkarır. Tabi ki bunu söylemeyeceğim yoksa kitabı okumanın bir anlamı kalmaz En başta da söylediğim gibi romanı aslında severek okudum ama dikkatimi çeken ve yazarın gözünden kaçan önemli bir şey beni kitaptan soğuttu birazcık. Yada Serenad'ı bayıla bayıla okuduğumdan beklentimi çok yüksek tutmuş olabilirim bilmiyorum. Ama fena değildi yine de. Konusu ahım şahım bir şey değil ama merak ettiğiniz için çabuk okuyorsunuz. Beni kitaptan soğutan noktaya gelince; sanırım bunu anlatırsam romanın zaten en ilgi çekici kısmını anlatmış olacağım. Okuyacak olanlara haksızlık etmek istemem. O yüzden sadece şunu söylemek istiyorum. Henüz kimlik numarası uygulamasının olmadığı yıllarda ölen birinin kimliğini kullanıyorsunuz diyelim. O kişi kayıtlara ölü olarak yılı ve mezar yeri bile belli. Sonra kimlik numarası uygulaması başlıyor. E tabi o kimlikle gidip kimlik no almak isteseniz zaten o kişi kayıtlarda ölü görünüyor bu kimliği nasıl kullanıyorsunuz diyecekler size. Alamazsınız yani. İşte herkesin kimliğinin üzerinde TC kimlik no olan bir dönemde sizin kimliğinizde kimlik no yok. Olmadığı gibi bir de onunla gidip savcılıkta ifade veriyorsunuz! Hem de hiç bir problemle karşılaşmadan ? Mümkün mü sizce? Bana göre değil. Mümkünse de benim aklım ermedi bir türlü Bir roman okurken çok gerçekçi olmamak lazım belki de bilemiyorum Şu anda anlattığım şey bu romanı okumayanlara tuhaf gelebilir. Ama okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bence Zülfü Livaneli'nin bunu gözden kaçırmaması gerekirdi diye düşünüyorum. Çok mu ukalalık ettim ne Ayrıca okurken Arzu'yu kimin öldürdüğünü hiç merak etmedim. Sanki o ayrı bir kitap gibiydi. Çok alakasız buldum Mehmet'in hikayesiyle Arzu'nun ölümünü. Tek merak ettiğim Mehmet'in başına gelenlerdi. Sonuç olarak kendini okutan fena değil dediğim bir kitap ile yarışamaz benim gözümde. Romandan birkaç alıntı ile sonlandırmak istiyorum yazımı. "İnsan herşeyi unutarak yaşayabilirdi. Ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı." "Herkes öleceği günü saati bilseydi geriye sayım ne kadar zor olurdu düşünsenize. Geçen her dakikayı bir tabut çivisi gibi algılamaz mıydık ?"
Herkese iyi akşamlar... Umarım gününüz keyifli geçmiştir....Bugün sizlerle okumayı geçen hafta bitirdiğim bir Livaneli kitabını paylaşacağım...Son zamanlarda bloga üst üste olmasa da epey bir kitap eleştirisi geldi biliyorum ama bu hafta sonuna kadar kitapları Kitap Okumak İster Misin'e göndermek istiyorum. Bu hafta sonu tam üç haftadır bende olacaklar çünkü...Bir ay elimde tutup da diğer kitap okumak isteyen arkadaşları kitaplardan mahrum bırakmak istemiyorum...Aslında herkes böyle düşünse...Dünya cennet olsa falan filan... * Bugün sizlerle Kitap Okumak İster Misin'den gelen ikinci kitabı paylaşacağım demiştim...Bir zamanların yine meşhur kitaplarından 'Kardeşimin Hikayesi' en sonunda benim de elime ulaştı Gönderdiklerinde bu kitap için de acayip çok sevinmiştim Kitabımız yine Doğan Kitap'tan çıkma ve yaklaşık 330 sayfalık bir kitap... * Kitap kapak tasarımı bir çok şey vaad edercesine tasarlanmış...Aynı arka kapak gibi...Livaneli bu kitabı ancak okuyan kişilerin kapağı doğru yorumlayabilmesini istemiş anlaşılan...Okumadan istediğiniz şekilde yorumlayabilirsiniz çünkü...Ön kapak bence oldukça cesur tasarlanmış...İçerikle de uyumlu Hadi bu kadar SPOİ vereyim...Ancak okumanız lazım kitabı yoksa ön kapak da arka kapak da sizde uyandırdığı anlamla kalır...Doğrusunu tahmin etmek de epey zorlaşır...Kitabı aldırıcı, alanı ikna edici bir kabiliyeti var bu kapağın...Gizemli bir kitap hissiyatı verilmek istenmiş de olabilir elbette... * Kitabımızın konusuna gelince, gerçi bu kısmın arka kapakta yer alması gerekiyordu ama bence arka ve ön kapağı bu kadar belirsiz bırakmalarının esas sebebi kitabın isminde her şeyin açıklanmış olması...Kitap ismiyle anlatıyor zaten sizlere içeriği...Evet bu kitap Ahmet ve Mehmet Aslan isimli kardeşleri, ailelerini ve yaşantılarını konu ediniyor kendine...Trajik bir hikaye, bir o kadar da psikolojik...Annesini, babasını ve kardeşini bir trafik kazasında kaybeden Mehmet'in Ahmet kimliğine bürünerek yaşadıklarını bir gazeteci kıza anlatmasıyla hikayeyi anlıyoruz...Bak şimdi yine SPOİ verdik...Ama bu konu spoisiz anlatılamaz ki !!! * Benim Türk yazarlar içerisindeki Ayşe ERBULAK dışındaki tek favori ismim olan Zülfü beyin kitaplarına karşı her zaman bir ilgim olmuştur...Kitaplarına her daim saygıyla yaklaşmışımdır ki zaten bu kitapta da aynen böyle oldu...Kitabın ilk iki yüz sayfasında her ne kadar aradığımı bulamasam da son elli sayfa düğüm üstüne düğüm çözen bir yapıya sahipti...Hani sanki Zülfü bey kitaba devam edecekken birden bitirme kararı almışçasına bir anda olup bitti herşey...Ve olup bitenleri de yine başkalarının sayesinde öğrenme şansımız oldu... * Bu kitapta dikkat etmenizi istediğim ve eleştireceğim bir şey var Biz yani okuyucular her şeyi bir başka karakterin yardımıyla öğrendik...Örnek mi? Hemen verelim Ahmet Beyin bizlere hikayeyi gazeteci kız sayesinde anlatması gibi. Ya da Ahmet değil de Mehmet olduğunu karar ile bizlere açıklayan avukat bey sayesinde öğrenmemiz gibi. Bizler okuyucular romandaki temel yapıyı çökertebilecek derecede önemli olan her şeyi başkalarının ağzından ya da başkalarının gözünden öğrenmiş olduk yani...Ki bu da benim hiç hoşuma gitmedi...Kendimi adam yerine konmamış gibi hissettim * Gazeteci kız olarak -adı yok bu arada- gözümüzde canlandıracağımız şahsın hareketleri ve genel tuhaf ruh hali hiç hoşuma gitmedi...Okurken şımarıklığına kızdım ve böyle özellikte bir gazetecinin varlığının hayalini bile kuramadım...Çünkü normalde gazeteciler meslekleri gereği meraklıdırlar ama biraz da yüzsüzdürler...Kovarsın kovarsın gitmezler...Yani en azından televizyondaki magazinlerde kavgalarda vs. gördüğümüz budur, ama bu kız burnu havada şımarık züppe diyesim var da neyse, kendi başına tavır yapıyor, gidiyor canı isteyince de dönüyor...Bu olmamış ! * İlk iki yüz sayfa okumaktan belki keyif alınabilecek tarzda günlük yaşam ve felsefeyle okuyucuyu oyalama açısından gayet başarılı. Ama ben çok sıkıldım. Ayrıca cinayet ilk başta sadece okurun ilgisini çekme amaçlı konulmuş. Sonrasında pek sayın Ahmet ! beyin hikayesinden cinayete sıra gelmedi bir türlü. O olay da üstünkörü geçildi sonlara doğru. Ayrıca sanırım katilin adını veren bulmaca da ya yanlıştı ya da ben çözemedim Hoş bir fikir ama sonuç bende de Muharrem çıksaydı daha hoş olacaktı * Zülfü bey son elli sayfayı yazmış sadece gibi hissettim çünkü romanın sonu geçekten ilk kez okuyanlar ve hakkında daha önceden bir şey bilmeyenler için epey şaşırtıcı...Uykumdan feragat edip gece kuşu gibi okuyup bitirene kadar da elimden bırakamadım, son elli yüz sayfa çok başarılı bence. * Sonuç olarak size de tavsiyem ilk iki yüz sayfayı öylesine okuyun ama son elli yüz sayfada sayfaları yutabilme ihtimaliniz var Ben öyle yaptım çünkü * Bu arada romanla ilgili şöyle de bir gerçek var Romanın sonunu okuyup bitirdikten sonra kitabı dönüp bir de Mehmet'miş gibi okumak istemedim değil. Sanki ikinci okuyuşumda daha bir farklı olur gibi geldi... * Kitabın dili yine günlük, puntolar herkes görebilsin diye kocaman kocaman tutulmuş...Her kesime hitap edebilecek olan bir kitap tarzı ve yine Zülfü Livaneli...Sanırım artık onun tarzını diğerlerinden ayırt edebilecek kadar iyi tanıyorum. * Kitaptaki edebiyat ve bilim karşılaştırması ise gerçekten bana göre başarılı. Bu arada kitap bir bakıma Mehmet beyin hayatı boyunca geliştirdiği felsefelerinden de nasibini almış. Aralarda sadece kitabı uzatma amacıyla konulmadığını düşünüyorum. Bence bu Mehmet yani o zamanlar bizim bildiğimiz Ahmet karakterine daha derin bir bakış olabilir. Yani onu daha iyi tanımak babında. * Ha bu arada bölümlerin başlarındaki özet cümlelerden hoşlanmadığımı fark ettim. Çünkü ilk başta yani bölüme başlarken okuduğumda bir şey anlamıyorum ve bölüm bittiğinde sürekli geri dönüp okuma ihtiyacı hissediyorum. Bu da romanı bölüyor ve pek hoş olmuyor. Buna bir çözüm mü bulsa şu yazarlar? * Kısaca sonu süprüzlü bir kitap arıyorsanız budur. Etkileyici bir kitap arıyorsanız budur. Ama laf kalabalığı istemiyorsanız ya da edebiyat- felsefe gibi konuları bir roman içinde sevmiyorsanız bu değildir. Yeterince sabırla okursanız şirinleri görüyorsunuz Sadece sonu için bile okunabilecek bir roman. Tüm olumsuzluklara rağmen Ahmet'in ay pardon Mehmet'in hikayesi yetti de arttı bizlere...Pek mantıklı değil elbette ama aşkta mantık aramak ne mümkün! Kitaba puanım 5 Takipte Kalın hasibecengizkarakuzu Herkese sevgiler, Hasibe ️
MERHABALAR; Blog Dostlarım; Son dönemlerin çok satanlar listesinin üst sıralarındaki yerini ısrarla koruyan ve benim de kayıtsız kalamadığım bir kitap ile karşınızdayım... ZÜLFÜ LİVANELİ'nin Son Kitabı "KARDEŞİMİN HİKAYESİ" KİTABA BAŞLARKEN; “İnsan Bir damla kan ve bin endişe” Şirazlı Sadi “Ey benim şahım; hayatımı bağışladım sana karşılığında hikâyelerimi çaldın benden. Oysa ben sadece hikâyelerde yaşayabilirdim. Şimdi onlar tükendi ve benim hikâyem de sona erdi.” Şehrazad’ın Ölümü, İntizar Hüseyin ARKA KAPAK “Aşk bir uçurum kenarında gözü bağlı yürümektir" . Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban itmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle, genç güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı’nın kapıları aralanır. Kardeşimin Hikâyesi’ni okurken her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız. “Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.” Cümleleriyle başlıyor romanımız. Çok geçmeden insanlardan ve hayattan elini eteğini çekmiş; insani duygulardan tamamıyla arınmış, kitaplarıyla ve köpeğiyle, nadir görüştüğü kardeşiyle yarattığı dünyasında; Karadeniz kıyısında Podima Köyü’nde kendi halinde ve sakin yaşamayı seçen romanımızın başkahramanı Ahmet Arslan; evinin temizlik işleriyle ilgilenen Hatice Hanım’ın telefonuyla güne uyanır. Hatice Hanım’dan arkadaşı Arzu’nun katledildiğini öğrenir. Arzu, kendisinden yaşça çok büyük ve zengin bir adamla evlenip Podima'ya yerleşen hayat dolu bir kadındır. Ahmet Arzu’yu daha yedi-sekiz saat önce kocası Ali’nin resim sergisi için verilen davette görmüştür. Davet sonrası İstanbul’dan gelen misafirleri ana yola çıkarmak için evden ayrılan kocasından sonra Ahmet de davetin yapıldığı evden ayrılmıştır. Ali, yarım saat sonra eve geri döndüğünde Arzu’nun kanlar içindeki cesedi ile karşılaşmıştır. Olay sakin bir hayat yaşanan köyde bomba etkisi yaratmıştır. Ahmet’in olayı öğrenmesinin üzerinden birkaç saat geçtikten sonra evine bir gazeteci gelir. Genç kız kendisiyle Arzu ile ilgili röportaj yapmak istemektedir. Ölümünden önce Arzu’yu son görenlerden olması ayrıca Arzu’nun Ahmet’i evinde sık sık ziyaret etmesi, onunla vakit geçirmesi buna nedendir. Ahmet ilk gördüğü andan itibaren kıza duymaya başlar. Bu bölümler bana Jean Reno'nun "Leon"filmini hatırattı. Onu yakınında tutmak için önce cinayet ile ilgili hikâyeler anlatır. Bu hikâyeleri de gözlemlerine dayandırır. Örneğin; Arzu ile Ali’nin bebeklerine bakıcılık yapan Bulgar hizmetçi Svetlana’nın Arzu ve Ali’ye bakışından bir hikâye kurgular. Olay günü Svetlana’nın tutuklanması Ahmet’in öngörüsü ile örtüşür. Ardından başkahramanımız Ahmet “Kardeşinin Hikayesi”ni anlatarak genç kızı evinde tutmayı başarır. Anne ve babalarını kaybettikleri trafik kazasından başlayarak günümüze kadar anlatır kardeşinin hikâyesini. KİTAPTAN NOTLAR; Öncelikle Kitabımızın başkahramanı Ahmet Bey'in hastalığı çok ilginç geldi bana; "Blunted Affect" hastalığın özelliklerini kitabın ilerleyen bölümlerinde parça parça öğrensek de hastalıkla ilgili araştırma yapınca, kitabın başından itibaren bana ilginç gelen; özellikle de Arzu'nun ölümünü duyduğunda Kahramanımızın şaşırma, üzüntü hissetmemesi durumu ile ilgili taşar yerine oturdu benim için. Arzu'nun ölümüne değinmişken; söylemeden geçemeyeceğim, pek çok arkadaşımın da gözünden kaçmamış olan durumu. Arzu’nun öldürülmesinden sonra, Ahmet ifadesi alınmak üzere çağrılır ve ifade verdikten sonra nezarette kalır. Burada ilginç olan Ahmet’in nüfus kağıdını kullanan Mehmet’in fark edilmemesi. 1953'te doğan Ahmet, 1963'de trafik kazasında ölmüştür. Numarası uygulaması 1999'da başlamıştır. numarası uygulanmasından uzun süre önce ölmüş olan Ahmet’in nüfus kağıdında numarası olamaz ve Mehmet’in yalanının fark edilmesi gerekirdi. Kaldı ki artık hastanede randevu alınırken bile istenen numarasına milletvekilliği de yapmış bir yazarın dikkat etmemesi bence kitabın önemli kurgu hatalarından. Keşke Yazar bu kısmı farklı bir biçimde bağlasaydı. Romanın başkahramanı oldukça ilginç bir kişilik sosyal bir gelişim bozukluğu var, insani duyguları yok ve insanlarla temas kuramıyor. İnsani duyguları anlamak için bolca okuyor. İnsanlarla temas ihtiyacını “sevgili” adını verdiği aletle karşılamakta. Sevgili sarılma makinesi denen, otistikler için tasarlanan bir aletten hareketle kahramanımız Ahmet’in tasarımı. Adını kitabın sonunda öğrenebildiğimiz gazeteci kızın davranışları, yaşıyla birlikte değerlendirildiğinde biraz çocukça ve şımarıkça geldi. Hele bir de bir cinayet haberini kovaladığı düşünülürse... Sürekli çatışmalarına, Hatta ilk başlarda cinayeti Ahmet Bey’in işlediğini düşünmesine rağmen, hele bir de “sevgili”yi gördükten sonra Ahmet’in evinde kalması da son derece ilginç geldi bana. Yazar kitabın pek çok yerinde pek çok farklı kitaptan alıntılar ya da göndermeler yapıyor. Bu alıntıların bazıları okuduğum kitaplardan olduğu için zorlanmadım fakat bazıları bana son derece yabancı kitaplardı. Yazarın alıntıları dipnot olarak vermemesi, bana göre bir eksiklikti. Cümleleri nete girip, kimin olduğunu araştırmak bolca vaktimi aldı ve beni yordu. Bunun sonucu olarak uzun bir okuma listesi oluşturmak zorunda kaldım. Kitapta en sevdiğim bölümler "Mor Tavşanlar" ve "Su içen Minareler"oldu. Beni en etkileyen kısımlar ise "Mehmet'in Ahmet'i Ziyareti" ile "Ahmet'in Hayatı Boyunca Yediği Hayvanları Gördüğü Rüya" oldu. Sonuç olarak Kardeşimin Hikayesi, Serenad’ın damağımda bıraktığı tadı bırakmakta eksik kaldı. Ancak bence yazarı oluşturduğu karakterle ilgili olarak kutlamak istiyorum. Oldukça ilginç bir karakter. Yine de bu garip adamı sevdim diyebilirim. YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE...
zülfü livaneli kardeşimin hikayesi sözleri